Kürtçe'de kırk rakamına tekabül eden sözcük Çel olup, bu sözcük bizim için, bir rakamı karşılamaktan öte bir anlam taşımaz çoğu zaman. Oysa Çel sözcüğü Farsça'da Çile çekmek anlamını ve kırk rakamını birlikte taşıyan üst bir kavramdır ve Kürtçe'ye de Farsça'dan geçiş yapmıştır. Çel sözcüğünün Farsça'da kırk rakamı ile çile çekmek anlamlarını birlikte taşıyan bir sözcük olmasının altında yatan tarihsel süreç içinde cereyan eden hadiseleri ve zorlu mücadeleleri bilme noktasına ulaştığımız zaman çile çekmek ile Çel (Kırk) rakamının özdeşleşerek asırlar boyunca aynı sözcük içinde birbirileri yerine kullanılmaya başlandığının idrakine varmamız da güç olmayacaktır aslında.

Hz. Musa'nın  Tur dağında insanlardan uzak ve yalnız kalmak sureti ile kırk gün boyunca yaptığı ibadet ve tevekkül, Bakara Suresinde Hz. Musa'ya kırk gece ibadetten sonra kitap verileceği şeklinde dile getirilmiştir. İnsanlardan ve insani ihtiraslardan uzaklaşılarak yapılan bu saf ve temiz ibadet sonucunda, Hz. Musa, Allah (c.c.) ile bizzat konuşmuş ve kitap ile müjdelenen peygamber sıfatına nail olmuştur.

Çile sözcüğü tasavvufta da erbain çıkarmak (kırk çıkarmak) sözcüğü ile eş anlamda olup, kırk gün kırk gece boyunca kimsenin gelip de kişiyi rahatsız etmeyeceği yalnız Allah (c.c.) ile baş başa kalabileceği bir yere çekilip ibadet etmesi anlamında kullanılmaktadır. Bu kırk günün sonucunda Çile'ye çekilen kişi; ahlakını güzelleştirmekte, nefsini terbiye edip, gönlünü cilalamaktadır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) de peygamberlik ile müjdelenmeden önce her yılın ramazan ayında, insanlardan uzakta, kendi başına kalabildiği Hira mağarasında inzivaya çekilir, ancak bu inzivalar ötekilerin aksine kırk gün sürmezdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v)'e de peygamberlik bu inziva sürecinde müjdelenmiştir.  Bu da göstermektedir ki Çile sözcüğü ile kırk rakamı, bizim için manevi olarak yoğun bir anlam taşısa da, asıl önemli olan. Çekilen çilenin şekli ve süresi olmayıp, nasıl ve ne amaçla çekildiğidir.

Çile doğru yolu bulmak amacıyla kendinle başbaşa kalmak kaydıyla, yalnız kalmaktır aslında. Yalnızlık çünkü; içinden gelen sese kulak vermek, gerçeklerle yüzleşmektir. Yalnızlık zor ve meşakketli bir yoldur, ancak bu yol insanı gerçeğe, gerçek hakikata götürür ve bilinir hakikat'in Hak'tan geldiği.

Yalnızlığın kişiyi Hak'ka ulaştırdığı realitesi, günümüz sisteminin kurucuları tarafından fark edilmiş olmalı ki, kişinin yalnız kalmaması için gerekli önlemler alınmaya çalışılmıştır. Ancak bu önlemler öyle bir şekilde alınmalıydı ki; günümüz insanı, bir kişinin tükettiği ürünü üç kişiyle birlikte tüketme olanağına sahip olamayacak ve her birey tek başına bırakılmak sureti ile toplumsal vicdanı müteyakkız kılamayacaktı. O halde nasıl yapılmalıydı ki, insanlar bir yandan fiziksel ortamda sosyal bir yalnızlık yaşarken, diğer yandan ruhsal ve zihinsel olarak biran bile yalnız kalma fırsatını yakalayamasın?

Sinema kültürü empoze edilmek sureti ile bu zihinsel kargaşa sağlanmaya çalışıldı ilk başlarda, ancak sinemanın da kendi sosyal eleştiri dinamiğine sahip olması ve bunun aktivize edilme tehlikesi taşıması nedeni ile, sinemadan daha etkili bir tekniğe ihtiyaç duyuldu çok geçmeden. Filmde geçen tabiri ile her eve bir sinema lazımdı ve bu icat edildi. Evlerimizin en değerli köşesinde kısa zamanda yerini alan bu icadın adı televizyondu tahmin ettiğiniz üzre.

Televizyonun kitleleri kuşatması çok sürmedi, hatta bu süreç o kadar hızlı gelişti ki bu süreci başlatanlar bile, ilk başta bu duruma inanamadılar. Kitleler artık onsuz yapamıyor, insanlar fiziksel olarak yalnızlaşıyordu küçücük evlerinde. Bu yalnızlık ise, yine bu icat aracılığı ile çekirdek ailelerin liberal, çağdaş ve medeni yaşam tarzı safsatası ile beyinlere kazılmaya devam ediliyorken, diğer yandan beyinler kalabalık bir istila grubu ile işgal edilmeye devam ediliyordu.

Sistem, televizyonla varoluş temellerini hızlı bir şekilde atmaya devam ederken, tıkanması muhtemel krizlere karşı da yeni buluşlar aramaktan geri de durmuyordu. Thomas Watson tarafından icat edildiğinde kocaman bir odayı işgal eden ancak, 'gün gelecek insanoğlu tarafından bir ton civarına indirilerek kullanımı pratikleştirilecek' diye tahayyül edilen bilgisayarın da cebimize sığdırılması pek de geç olmadı yine.

İnternetin icadı ve sosyal paylaşım sitelerinin kurulması ile yine tasarlanandan çok daha hızlı ilerleyen süreç; varılmak istenen, hatta varılması tasavvur bile edilemeyen merhaleye doğru ilerlemeye devam ededursun, gelinen noktada, cebimizde taşıdığımız küçücük aletlerimiz olmadan beş dakika duramıyor, her an ona bakma ihtiyacı hissediyoruz. Bakmadığımız anlarımızı da onu düşünerek geçirmek zorunda kalıyor, bağımlılık psikolojisinin kazandırdığı zihinsel esaret altında yaşamak zorunda kalıyoruz.

Teknolojik gelişmelerin bize kazandırdığı bu psikolojinin etkisi ile, başka kişilerin varlığından tedirgin oluyorken; bilgisayar, televizyon, telefon gibi bir dolu özelliği içinde barındıran sihirli aletlerimizin bir anlık yokluğunda ise, İstiklal caddesinde babasını kaybeden çocuğun telaşına kapılmaktan alıkoyamıyoruz kendimizi. Ve böylece bireyin üstün tutulduğu sistem olarak lanse edilen rejimde, kitleler sadece maddeleri düşünen, maddesel varlıklara dönüştürülmek sureti ile  bireysizleştirilmeye doğru götürülüyor.

Süreç içinde gelinen noktada ise, yalnızlık mefhumu; kişileri düşünmekten alıkoyan, beyne hep kalabalık bir şekilde saldırının düzenlendiği fiziksel bir anlam kazanmakta, Ruhlarımız ise gerçek manada yalnızlık sürecinde yakaladığı özgürlüğü bu süreçte yakalayamamakta, aksine esareti gün geçtikçe artmakta, böylelikle Hak'ka ve Hakikata olan ruhsal yolculuk başlamadan sona ermektedir.