Türkiye'nin iki köklü kulübü Galatasaray ve Fenerbahçe'nin Avrupa Kupalarındaki çeyrek final ilk maçlarına tanık olduk geçen hafta, dün ise Galatasaray'ın ikinci maçı oynandı, ancak maç saati itibari ile gazetenin bugünkü basımı tamamlandığı için rövanş maçının nasıl sonuçlandığı hakkında pek bi şey yazamamış olsam da bunun pek bir önemi yok, maçın sonucu ne olursa olsun, Galatasaray ekonomik değeri güçlü rakibine karşı elenmiş olacaktır muhtemelen. Fenerbahçe'nin ise önümüzdeki günlerde oynayacağı karşılaşma sonucunda yarı finale çıkması kuvvetle muhtemel gibi görünüyor.

            Henüz oynanmamış ve oynanmış ama sonucu bugünkü gazetede yayınlanamayacak bu iki çeyrek final karşılaşmasını yazımın girizgahında dile getirmem gündemin gerisinden geldiğim veya önünden gitmeye çalıştığım gibi bir gayret içinde olduğum düşüncesi doğurabilir. Ancak haftalık yazan biri olmam ve bu yazımın da bu maçların futbol kritiği üzerine olmayacağı düşüncesinde olmam nedeniyle, yazımın ilerleyen satırlarında bu konuda bana hak vereceğinize kanaat getiriyorum.

            Galatasaray'ın UEFA Kupasını aldıktan sonra içine düştüğü uzun süreli ekonomik kriz ve büyük Avrupa takımlarının bu organizasyonda gayet gönülsüz bir oyun sergilemeleri,  UEFA Kupasının kulüplere  gelirden ziyade külfet getiren bir organizasyon olmasına karşılık,  Şampiyonlar Liginin kulüpler tarafından gelir kapısı olarak görülmesine bağlanabilir. Galatasaray'ın Şampiyonlar Ligindeki farklı yenilgisinin, Fenerbahçe'nin UEFA zaferinden çok konuşulmasının altında yatan gerekçe buydu galiba.

            Ancak benim konum futbolun para ile olan ilişkisi ve endüstüriyel futbol olmayıp, Galatasaray-Real Madrid maçını seyrederken  dikkatimi çeken husus, eskiden maç başlamadan önce  ülkelerin ulusal marşları çalınırken, şimdilerde bunun yerini Şampiyonlar Ligi resmi marşına bırakmasının altında yatan nedenler oldu.

            Bu küçük ayrıntıyı dikkatlice analiz ettiğimizde, gelinen noktada uluslararası organizasyonların, ulus devlet değerlerini bir bir yok ettiğini açıkça görmemiz de mümkün olacaktır.

             Gelişen teknoloji ile dünyanın küçük bir köy haline geldiği, bu sayede her imkanın ayaklar altına serildiği gibi şirin sloganlar ile anlatılan ve halkın teknolojik boyutundan ötesini görmesine imkan verilmeyen küreselleşme, Coğrafi keşifler ve sanayi devrimi ile temelleri atılan emperyalizmin modernize edilmiş karşılığını oluşturmuştur günümüzde. Ancak Küreselleşme, emperyalizmden çok daha ileri giderek sadece ekonomi ve teknoloji alanlarında değil; kültür, siyasi, sosyal ve hukuki alanlar başlıca olmak üzere hemen hemen bütün alanlara tahakküm etmek sureti ile oluşumunu sürdürmeye gayret etmektedir.

            Küresel ideolojyanın bu gayesine ulaşabilmek için gerekli icra organlarını ise; ulus devletler karşısında ve onlar aleyhine kurduğu uluslar arası ve ulusal üstü dev şirket ve organizasyonlar oluşturmaktadır.       

            Küresel ideolojinin kurduğu ve büyüttüğü bu dev şirket ve organizasyonlar, yine kendi aralarında kurdukları IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası örgütler aracılığı ile, ulus devletlerin sosyal ekonomik sistem mantığına dayanan, üreten ve gözeten işletmelerini özelleştirmek sureti ile, bir yandan üreten ve müdahale eden ulus devletleri yerine katalizör devletler ikame etmekte iken, diğer yandan tüm arzı kendilerinin gerçekleştirdiği dünya piyasası üzerinde tekel konumuna sahip olmaktalar.

            Ulus devletlerinin arz talebini üstlenmeyi bırak(tırıl)dığı piyasalar monoplize hale gelmiş ve oluşan monopol piyasada, ulus devletlerinden daha güçlü bir konuma gelen bu dev şirket ve organizasyonların rahatça at koşturabilmeleri için deregülasyon görevi ise, yine bu zayıf ulus devletlerinin görevi haline gelmiştir.

            Ulus devletlerinin, bu uluslararası şirket ve organizasyonlar karşısında küçülmesi, bunlara karşı karar alma ve müeyyide uygulayabilme kabiliyetini yitirmesi sonucunda, sınırsız ve azami kar elde etmekten başka bir amaç gütmeyen bu dev şirketler, amaçlarına ulaşabilmek için; elde ettikleri teknolojik ve ekonomik güç ile; kültürel, sosyal, hukuksal alanlarda toplumu küresel bir kalitesizleşmeye ve tek tipleştirmeye çalışmaktadırlar.

            Küresel aktörlerin;  toplumu, kültürel ve ahlaki açıdan dönüştürmeye çalıştıkları model olmaya namzet hatta bunun için biçilmiş kaftan olarak da, Katolikliğin dünyevi boyut kazanmış hali olan  batı sekülarizmi halihazırda bekliyordur.    Böylelikle toplum sekülerleşmek sureti ile, Allah ile birey arasına başkasının girmesi engellenmiş ve bölgesel kültür ve inançlar temiz kalplere kilitlenmiş olacaktır. Bunun sonucunda uhrevi kaygılardan uzak, dünya ile rabıtası yüksek, tüketmeye odaklı tek tip insan modeli oluşturulmuş ve oluşturulan bu insan modeli bu dev şirketlerin serbest pazarı haline getirilmiştir.

            Bunun sonucunda Küresel aktörler, kazançlarını maksimizasyona ulaştırmaya devam ederken, dünyanın herhangi bir yerinde ne olduğu belli olmayan bir müzik eşliğinde hiçbir anlam ifade etmeyen hareketlerle süslenen oyunlar, birkaç gün içinde dünyanın diğer bütün yerlerinde yaşayan insanlar tarafından gökten inmiş bir ritüel gibi büyük bir zevkle seyredilmekte hatta taklit edilmekte, ulus devletler tarafından da bu kalitesizleşmeye müdahale edilememektedir.

            Pozitif normlar üretecek mekanizmalar, küresel aktörlere karşı bağımsızlığını yitirdiği için de, gün geçtikçe değerlerinden uzaklaşan ve kalitesizleşen toplumumuzu  izlemekle yetinmeye devam edeceğiz.