Toplumumuzda gelişen bilindik bir savunma mekanizmasıdır aslında başkasının kusuru. Kimi zaman kendi kusurlarımızı örtmek için, kimi zaman ise kendi doğrumuzun daha ön plana çıkması için ilk önce dile getirilen husustur, başkasının kusuru. Psikolojik güdüleri tatmin etmek amacıyla mı veyahut kıskançlık dürtüsünün ön plana çıkması sonucu olarak mı ortaya çıktığı bilinmez tam olarak, Ancak bildiğim ve gözlemlediğim şey, hepimizin çok sık sığındığı bir limandır. Belki de bu yüzden 'Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız, başkalarının düşünceleri ile değil' diyordu şair, başkasının aşkı çünkü o kişinin en çok zaafı, hatası ve kusurudur çoğu zaman.

Başkalarının kusurunu görmek, günümüz toplumuna mahsus bir zaaf olmayıp, insanlık tarihinden daha eski bir duygudur aslında. Şeytan'ın, kendisinin ateşten olduğunu sorgulamaksızın, topraktan yaratıldığını gerekçe gösterip Hz. Adem'e secde etmekten imtina etmesi sonucunda, fıtratımıza fıkhen haset olarak adlandırdığımız duygunun yerleştirilmesine sebep olmuştur belkide. Kabil'in, Habil'i öldürmesi ile sonuçlanan ve insanlık tarihinin ilk cinayeti olarak da tarihte yerini alan olayın altında da bu haset duygusu yatmaktadır aslında. Ancak bu haset duygusu ile görülen başka kusurlara karşı gerçekleştirilen başkaldırılar, ne Şeytan'ı Allah (c.c.) nezdinde ne de Kabil'i Hz. Adem nezdinde itibarlı bir konuma getirmiştir. Aksine onlar bu duyguları besledikleri için lanetlenmiş olarak günümüzde de kötü benzetmelere konu olmaya devam etmektedirler.

Haset, Kıskançlık veya kendi tabirim ile başkalarının kusurunu görme duygusu tarih boyuncu Allah (c.c.) ve insanlar nezdinde böylesine lanetlenmiş olmasına rağmen neden bu duyguyu bünyemizde taşımaya devam ediyoruz o halde? Fıtrati olduğu için atılması imkansız bir duygu olarak kabul etmek zorunda mı kalıyoruz; yoksa kendi zaaflarımızı örtbas ettiği için o duyguya zaman zaman müracaat etmek işimize mi geliyor? Fıtri diyerek bu duygunun içimizde kök salmasını kabullenmek, kendimizi değiştirmeyi ve geliştirmeyi göze alamayan basit bir birey olduğumuzu gösterecektir. Diğer ihtimalde ise yani kendi zaaflarımızı kapatmak ve kendimizi yüceltmek amacıyla kullanmayı kabullenmek ise bizi esfele safilin konumuna sürükleyecektir.

Peki, Sürekli olarak başkalarının kusurunu gözlemleyip, kendi kusurlarımızı görmekten kaçınma zaafiyetine karşı takınmamız gereken tavır nasıl olmalı?

Bu zaafın fıtri bir özellik olmasına rağmen, giderilmesi veya minimalize edilmesi de insanın kendi irade ve nefsini terbiye etmesi suretiyle mümkün olduğu görülmeli ve bu zaafı yenme yolunda gösterilecek gayret ve çabaların, her müslüman hatta her insan için öncelikli bir vazife ve bir zorunluluk olduğu bilinmelidir.

Fıtrattan gelen bu zaafiyet duygusu ile savaşmak her ne kadar zor ve çaba gerektirse de bu zaafın giderilmesi halinde, nefsimize ram olmuş duyguları yenerek başkalarının kusurunu görmek yerine başkalarının iyi yönlerini görmeye başlayacağız, ve böylelikle kendi kusur ve eksiklerimize vakıf olacağız. Başkalarının kusurunu arayarak kendi kusurumuzu örtbas etme ve başkasının kusurları üzerinde yücelmeye çalışma vehameti, yerini kendi kusurunu başkasının iyi yönüne ulaştırma çabasına bırakarak erdemli bir insan olma yolunda ilerlememizi sağlayacaktır böylelikle.

İlk okuduğumda beni günlerce düşündüren ve her zaman kendimi sorgulamama yardımcı olan Çehov'un bu aforizmasını yazımın başlığı yapmamın sebebini de anlamak aslında pek de zor olmayacaktır artık.

Ancak anlamaktan ziyade idrak aşamasına vararak, bu vecizenin dünyamızı ve ahiretimizi kurtarmaya yarayacak iyi ve hayırlı hasletlere vesile olması halinde bir anlam kazanacağı unutulmamalı ve böylelikle; Hadisi Şerifte müjdelenen; kendimiz için istediğimiz her iyi şeyi, diğer tüm müslüman kardeşlerimiz için de gönülden isteyen gerçek mümin mertebesine nail olmamıza vesile olması, niyet ve duası ile....