Yavuz Sultan Selim ordusu ile beraber Mısır seferine çıkmış. Mısır’ın merkezi Kahire’ye ulaşmak için Sina çölünü geçmek gerekiyordu. Kurak ve çorak çölü geçmek neredeyse imkânsız gözüküyordu. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Yavuz Sina çölünü ordusu ile geçmeye kararlıydı. Ordu içinde bunun imkânsız olduğunu söyleyenler olduysa da onları susturmasını bildi. Sina çölünü geçerken yaşanan şu vaka ibretliktir. Sina çölünde yıllardan beri yağmur yağmamasının verdiği kuraklıkta müthiş kuraklık ve kum fırtınası vardır. Çölde ilerlerken Sultan Selim Han bir ara atından iner. Sultan’ın ardından bütün devlet adamları da attan iner. Başta Sultan Selim Han ve tüm ordu kurak ve çorak Sina çölünde yayan yürümektedir. Ordu harap ve bitap hale gelmiştir. Fakat Yavuz büyük bir edep ve huşu içinde yürümeye devam etmektedir. Sebebi sorulunca bütün heybet ve azametinde sıyrılıp sükûnet ve edeple şöyle der: ( ÖNÜMÜZDE, FAHRİ KÂİNAT RESULÜLÜLAH EFENDİMİZ HZ. MUHAMMED YÜRÜMEKTE İKEN AT ÜZERİNDE GİTMEKTEN HAYÂ EDERİM.) Yavuz ve ordusu bir hafta gibi kısa sürede Sina çölünü geçerek tarihte eşine az rastlanır bir başarıya imza atmışlardır.

Venedik’ten bir elçi gelmiştir. Herkesin cihanı titreten padişahı görmek isteyip de göremediği bir devirdir. Elçi koca Sultan ile görüşüp ülkesine döner. Ülkedeki üst düzey yöneticiler başta olmak üzere herkes bu heybetli Sultan’ın nasıl birisi olduğunu öğrenmek istemektedir. Elçiye cihan Sultanı Yavuz’un nasıl birisi olduğunu sorarlar “göremedim” der elçi merak ederler.

Huzuruna girdiğin yanına kadar vardığın halde nasıl göremedin? Bunun üzerine elçi şu müthiş itirafta bulunmak zorunda kalır.

Kılıcı öyle parlıyordu ki yüzüne bakamadım der.

Kısa sürede Venedik elçisinin bu sözleri Osmanlı Sultanının da kulağına gelir. Ve haşmetli sultan şunları söyler;

Paşalarım, der. Osmanlı Devletinin kılıcı parladığı sürece zalimlerin boynu daima eğit gezecektir. Ama Allah korusun bu kılıç ne zaman kınına girerde paslanmaya başlarsa işte o zaman kafalar yavaş, yavaş dikilir ve bir gün bize yukarıdan bakmaya başlarlar.

Sekiz ay süren mısır seferi sona ermiş dönüş yolculuğu başlamıştır. Yavuz Sultan Selim dönüşte hocası Anadolu kazı askeri İbni Kemal’in yanında bulunmaktadır. Hem yol almakta hem de hocasına merak ettiği meseleleri sorup onun ilminden yararlanmaktadır. Ordu ilerlerken bir ara çamurla kaplı bir sahadan geçilir. Bu arada hiç beklenmedik bir hadisi olur ve Kemal Paşazade’nin atının ayağı sürçer ve yerden sıçrayan çamurlar Yavuz’un kaftanını kirletir. Herkesin yüreği ağzına gelmiş ne olacağını birbirine sormaktadır. Büyük âlim Kemal Paşazade ise başını öne eğmiş endişeli gözler ile beklemektedir. Koca Yavuz değerli hocasının edebi ve mahcubiyeti karşısında kızarır ve ilme ne kadar değer verdiğini anlatan şu sözleri söyler: (HOCAM, ÜZÜLMEYİNİZ. SİZİN GİBİ BİR ÂLİMİN ATININ AYAĞINDAN SIÇRAYAN ÇAMUR BİZİM İÇİN BİR ZİYNETTİR.)  ve kaftanını çıkartıp yaverine uzatırken ( VASİYETİMDİR ÖLDÜĞÜM ZAMAN BU KAFTANI SANDIKAMIN ÜZERİNE SERSİNLER) emir buyurur. Gerçekten de ulu Hakan’ın vasiyeti yerine getirilmiş ve sözü edilen kaftan Yavuz Sultan Selim’in sandukasını süslemiştir.

Hayatı muhteşem zaferlerle dolu olan Yavuz Sultan Selim kısa fakat dolu dolu geçen hayatında küçük bir çıpana düşük düşer son anlarında yanında Hasan Can vardır. Yavuz Hasan Can’a sorar: Hasan bu ne hal?

Şimdi Allah ile birlikte olma zamanıdır Sultanım der. Cevap oldukça düşündürücüdür. Yavuz: Bre Hasan. Sen bunca zamandır bizi kiminle bilirdin?

Yavuz Sultan Selim’in konuşmaya mecali kalmamıştır. Mushaf-ı Şerif’i işaret eder. Hasan Can güzel sesi ile Yasin-i Şerif’i okumaya başlar. Okumaya başlaması ile yüzünde huzurun izleri halelenir. Sonra Latif bir tebessüm yayılır etrafa. Koca Sultan belki de ilk kez tebessüm eder Dünyaya ve ahrete irtihal eder. Saygılarımla.