Susan E. Babbitt’in özgürlük tanımı bize, özgürlüğün, inançlarımızı, eylemlerimizi derinlemesine sorgulamaktan geçtiğini gösterdi.
Babbitt’ten iki bin beş yüz yıl önce Sokrates de savunmasında “sorgulanmamış bir yaşam, yaşam sayılmaz”* demişti. Sokrates’in sadece bunu demekle kalmayıp, yaşamını derinlemesine ve acımasızca sorguladığından, dolayısıyla gerçek anlamda özgür bir insan olduğundan kuşku duymuyoruz. Bu konuda, en azından onun öğrencisi, bir başka büyük filozof Eflatun’un şehadeti var. Sokrates sonunda, o dönemdeki yasalara göre yargılanıp ölümle cezalandırıldı. Ölümden, en azından bir süreliğine, kaçınması mümkündü. Ama o, hem de yetmiş yaşındayken, inandıkları uğruna ölümün üstüne üstüne gitmekte tereddüt etmedi. Bugün, Eflatun’un tanıklığına da güvenerek, iki bin beş yüz yıl önce yaşamış bilge Sokrates’i, tam manasıyla özgür ve içindeki ahlak yasasını en etkin biçimde uygulayan güzide tarihi şahsiyetlerden biri olarak saygıyla hatırlıyoruz.
İşte, Sokrates’le, Kant’la ya da başka bir bilgeyle benim aramdaki en önemli fark da burada ortaya çıkıyor… Bu fark, onların kendilerini benden çok daha fazla özgürleştirebilmiş olmasıdır… Onlar gerçek anlamda özgür olduklarından, inanç ve eylemlerini yalnız içlerindeki ahlak yasasının ilkelerine göre oluştururlar. Bu yüzden onların inanç ve eylemlerini basit, geçici çıkar hesapları kirletmez.
Ama ahlak yasası bir nüve olarak da olsa hepimizin içinde var olduğuna göre, bunu devreye sokma kapasitemizi, yani özgürlüğümüzü geliştirmek için bizler de uğraş verebiliriz, değil mi? Zira kapasitelerimiz, yetilerimiz, yeteneklerimiz, ancak çaba göstererek, emek vererek gelişebilir.
Bizi çöplükten kurtaracak olan hasletlerimizden en önemlisi içimizdeki ahlak yasasıdır.
İçimizdeki ahlak yasasını layıkıyla devreye sokmak, onun evrensel doğrularına uymayı yaşam biçimi haline getirmek, kelimenin tam manasıyla özgür olmayı gerektirir. Bir şeye inanmadan, bir adım atmadan önce, kendilerini içinde bulundukları durumun dışına çıkarıp, o inancı, eylemi sorgulamayı becerebilen, inanç ve eylemlerini her seferinde içlerindeki ahlak yasasının kantarında tartmayı bilen insanlar özgürdür. Özgürlük her aklımıza eseni yapmak değil, inandıklarımızı, yapmak istediklerimizi iç mahkememizde, yüreğimizde sorguladıktan sonra hayata geçirmeye çalışmaktır. Özgürlük, ahlak yasasının içimizde olduğunun farkında olmak, bir eyleme geçmeden önce onun sesini dinlemeyi becerebilmektir.
Peki, içsel özgürlüğünü tesis etmeyi başaranlar (ya da başardığını sananlar) özgürlükleri dışsal olarak kısıtlanırsa ne yaparlar? Örneğin, içsel özgürlüğünü olgunlaştırdığına inanan birisi, kendisi ya da bir yakını zulüm tehdidi altındayken içlerindeki ahlak yasasına uymayı nasıl başaracak? Mesela, işkence altında, ülkesinin sırlarını vermeye zorlanan bir görevli ne yapacak? Mesela, Sokrates gibi ölüm tehdidi altında, inandıklarının aksine hareket etmeye zorlanan birisi ne yapacak?
Bu sorun da içsel özgürlüğümüzü, özgürlük kapasitemizi, ne derece olgunlaştırabildiğimizle ilgilidir. Zulme direnebilmek her babayiğidin, her “ben özgürüm” diyenin harcı değildir. Yiğitlik, özgürlüğe bağlılık bizzat hayatın ödünsüz, acımasız pratiğinde sınanır. Büyük, süslü sözler edenler, sırça köşklerden ahkâm kesenler, bendeniz dâhil, başları sıkışınca bakarsınız ettikleri bu sözleri unutabilir, kuyruğunu sıkıştırıp kendi bencil çıkarlarını ve güvenliklerini koruma telaşına düşebilirler. Böyleleri için Benjamin Franklin’in şu iki sözünü hatırlatmanın tam sırasıdır:
“İyi yapılan, iyi söylenenden üstündür.”
“Fâni güvenlik uğruna hakiki özgürlükten feragat edenler, ne özgürlüğü hak ederler ne de güvenliği.”
Kafalarını çöplüğün içinden kaldırıp yıldızlara bakmakla yetinmeyip, içlerindeki sonsuzluğun farkında olanlara, yalnız söyledikleriyle değil, yaptıklarıyla da insanlığın yüz akı olmayı, kendinden sonra gelenlerin yollarını aydınlatmayı başaranlara selam olsun…
*Plato, Apology 38a’dan Türkçeye çevrilmiştir.
** http://www.quotationspage.com/quotes/Benjamin_Franklin/31 adresinden alınıp Türkçeye çevrilmiştir.