İki hafta önce Piyale Madra’nın çizmiş olduğu sıra dışı karikatürlerden birinden yola çıkmış, bu karikatürle, iki bilgenin, Oscar Wilde ile Immanuel Kant’ın, insanlık durumu ile ilgili ettikleri sözler arasındaki ilişkileri irdelemeye başlamıştık.
Piyale Madra karikatüründe bize, karşımızdakilerle bizim aramızda meydana gelen iletişim kazalarının, en son söyleyeceğimiz sözü ilk önce ve “gayri zarif” biçimde dile getirmemizden kaynaklandığını hoş bir biçimde gösteriyordu. Hâlbuki o son sözü söylemeden önce, o söze dayanak oluşturan, o sözü destekleyen duygu ve düşüncelerimizi de karşımızdakine uygun bir üslupla aktarsak, iletişim kazalarına daha az maruz kalacağız ve birbirimizi anlamamız daha kolay olacak, demek istiyordu Piyale Madra.
Ama ben daha çok Piyale Madra’nın, bizimle, bizden binlerce ışık yılı uzaktaki yıldızlar arasında yaptığı içsel karşılaştırma üzerinde durmuştum. Çünkü kanımca, Piyale Madra’nın karikatürü ile Oscar Wilde ve Immanuel Kant’ın sözleri arasındaki ilişki ancak bu karşılaştırma üzerinden kurulabilirdi.
Gökyüzündeki yıldızlar, başta bilim insanları, filozoflar ve sanatçılar olmak üzere insanoğlunun hep ilgisini çekmiş. Yıldızları önce çoğumuzun yaptığı gibi çıplak gözle izleyip anlamaya çalışmış insanoğlu. Sonra türlü aletler geliştirerek daha yakından gözlemeye başlamış. Onlara bakıp hayaller kurmuş. Kendini, başkalarını, kendi ve başkalarının yaptığı bazı şeyleri yıldızlarla özdeşleştirmiş. Hatta yıldızlar vasıtasıyla geleceği tahmin etmeye çalışmış. Ve şimdilerde, nasıl aya çıkmayı başardıysa, nasıl bazı gezegenlere ulaşmanın yollarını bulduysa, yıldızlara da daha çok yaklaşmanın yollarını araştırıyor.
Fizik bilimi Immanuel Kant’ın yaşadığı zamanlarda belli bir olgunluğa erişmişti. Bilindiği gibi, Kant’ın felsefesinde, Nicolaus Copernicus’un dünya merkezli sistemi yıkıp yerine güneş merkezli sistemi koymasının önemli bir etkisi vardır. Fizik bilimi Kant’tan bu tarafa birçok devrimsel gelişme yaşadı. İzafiyet teorisi, kuantum fiziği dünyayı ve evreni anlama konusunda Kant’ın hayranlık duyduğu Newton fiziğinin çok ötesine geçti.
Ama bütün bu gelişmeler Kant’ın “İki şey var ki, ruhumu hep yeni, hep artan bir hayranlık ve müthiş bir saygıyla dolduruyor: Üzerimdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası.” sözünü eskitemedi… Yıldızlara ne kadar yaklaşırsak yaklaşalım, evreni anlama konusunda ne kadar ileri gidersek gidelim biz sıradan insanların da, dâhi bilim insanlarının da üzerimizdeki yıldızlı gökyüzüne bakıp hayranlık ve saygı duymaması mümkün mü? Bizim gelip geçiciliğimizi, evrendeki konumumuzu anlayabilmemiz için bulutsuz bir gecede, çıplak gözle olsa bile, başımızı kaldırıp gökyüzüne bakmamız kâfi değil mi? Piyale Madra’nın da belirttiği gibi, sonsuz evrende bir toz zerresi olduğumuzu anlamamızın en kolay yoludur bu.
Kant yukarıdaki sözüyle yalnız uçsuz bucaksız evrendeki konumumuzu çarpıcı bir biçimde ortaya koymakla yetinmiyor. Kafamızı kaldırtıp yıldızlara baktırdıktan sonra, bizi oradan alıp, dikkatimizi bir başka sonsuzluğa, ta içimize yöneltiyor: “içimdeki ahlak yasası...”
Nedir bu? Gökyüzündeki yıldızlar kadar hayranlık ve saygı uyandıracak nesi var? Yalnız Kant’ın içinde mi var, yoksa hepimizin içinde de var mı? “Dışımızdaki” yasalardan, vatandaş olarak uymak zorunda olduğumuz yazılı yasalardan ne farkı var?
Bir hafta sonra sürdürmek umuduyla…