Bugün, 1854 yılında Kızılderili bir kabile reisinin, zamanın ABD Başkanı’na hitaben yazdığı söylenen bir mektuptan söz etmek istiyorum. Mektubun bizzat Şef Seattle tarafından yazılıp yazılmadığı konusunda tartışmalar henüz durulmuş değil. Elbette bu mektubu kimin yazdığı da önemlidir; ama ben mektubu kimin yazdığından çok mektupta geçen güçlü ifadelerin önemi üzerinde durmak istiyorum. 1854 yılında yazıldığı söylenen bu mektuptaki birçok söz, bugün hala güncelliğini yakıcı biçimde korumaya devam ediyor. Hatta mektubun içerdiği mesajların 150 yıl öncesine kıyasla daha yakıcı ve acil hale geldiğini rahatlıkla, daha doğrusu “rahatsızlıkla,” söyleyebiliriz.
Kızılderililer ile Amerikalılar arasındaki mücadelenin aslının, Hollywood yapımı filmlerde anlatılanlardan çok farklı biçimde geliştiği konusunda, sanırım artık kimsenin şüphesi kalmamıştır. Yaşam alanlarına şiddetle tecavüz edilen Amerika’nın gerçek yerlileri olan Kızılderili türdeşlerimizin, bize cani vahşiler olarak yutturulmaya çalışıldığı Hollywood filmlerinin aksine, ne denli insancıl ve doğa dostu olduklarını, başka birçok örneğin yanında, Şef Seattle’ın mektubunda da çarpıcı biçimde görüyoruz.
Mektuba göre, zamanın ABD Başkanı, Amerika’ya gelen göçmenler için Şef Seattle’dan toprak istiyor ve bu isteğine karşılık Kızılderililere yaşamlarını rahatlıkla sürdürebilecekleri bir yer vaat ediyor.
Şef Seattle mektubunda ABD Başkanına cevaben şöyle diyor:
“Gökyüzünü, yeryüzünün sıcaklığını nasıl alıp satabilirsiniz ki?”
“Bunu biz anlayamıyoruz, bize tuhaf geliyor” diyor Şef Seattle. Bunlar, yani yeryüzü, gökyüzü, doğa bizim mi ki, bizim kendi malımız mı ki, onları keyfimizce alıp satabilelim. “Biz ne havanın tazeliğine ve temizliğine ne de suyun ışıltısına sahibiz. Sahip olmadığımız bir şeyi bizden nasıl satın alabilirsiniz?”
Peki, sizce hangisi tuhaf? Sahibi olmadığımız toprakların kan dökerek fethedilmesi, işgal edilmesi ya da parayla alınıp satılması mı, yoksa Şef Seattle gibi bu tür eylemleri anlayamamak mı? İnsan denilen varlığın ortalama ömrü yetmiş, bilemedin seksen yıl… Yüz, iki yüz yıl olsa ne olacak… Oluşumu milyarlarca yıl öncesine dayanan gezegenimizin ömrü ile kıyaslanınca ihmal edilebilir bir süre, değil mi? Üstelik insan türünün dünyadaki varlığı da yeni sayılır. Bizden çok önce bu dünyada var olan nice canlı türü artık yok, birçok canlı türü bizim vurdumduymazlığımız yüzümüzden yok olmak üzere, büyük bir çoğunluğu da bize rağmen var olmayı sürdürüyor. Peki, birçoğumuzda var olan bu dünyayı kendi malımızmış gibi görme burnu büyüklüğü nereden geliyor? İçerisinde bir zamanlar sayısız canlının varlığını sürdürdüğü ormanları kesip, yakıp yok ettiğimiz, onların yerine etrafını çitlerle çevirip tarlalar açtığımız ya da beton bloklar dikmeyi “başardığımız” için mi bu dünya bizim malımız? Ya da “vahşi” endüstriyel tarım yöntemleriyle, bilinçsizce toprağın canını çıkarıp çölleştirdiğimiz için mi ona sahip olduğumuz zannına kapılıyoruz?
Samimi olmak gerekirse, bizim kendi koyduğumuz kurallar ve yasalar dışında dünyanın herhangi bir parçasını kendi malımız olarak kabul etmemizi makul biçimde açıklayabilecek bir neden göremiyorum. Siz görüyor musunuz?... Peki, yalnız kendi koyduğumuz kural ve yasalara dayanarak bizim dışımızda milyarlarca varlığın yaşadığı ve yaşayacağı bu dünyada sahiplik iddia etmek adil midir? Yeryüzünü, kendi koyduğumuz kural ve yasalarla, çoğunlukla sınırlı bir grup insanın çıkarını gözetecek biçimde kullanmak ne tür bir adalete uygundur? Adalet mülkün mü temeli olmalıdır; topyekûn huzurlu, mutlu bir yaşamın mı?
* Şef Seattle’a atfedilen mektuptaki tüm sözler http://www.context.org/ICLIB/IC03/Seattle.htm adresinde yayımlanan İngilizce metinden Türkçeye çevrilmiştir.