Mevlana’yı Celalettin-i Rumi Hazretleri, ailece Konya’ya yerleştikten sonra tahsislini tamamlamak üzere, Halep ve Şam’a gider. O sıralarda tahmini olarak 30 yaşlarındadır.

Bir gün Şam’ın çok kalabalık bir çarşısından geçerken değişik kılıklı bir adam “Ver elini öpeyim ey âlemlerin sarrafı” der ve Celalettin-i Rumi’nin ellerine yapışır ve hasretle öper ve sonra kalabalığın içinde kaybolur. Fakat Celalettin-i Rumi ansızın olan bu hadise karşısında son derece şaşırır, “Bu ne iştir?” Diye hayretler içinde kalır. Bu esrarengiz ve gaib hüviyetli kişi, kendisi için âdete bir muamma olur.

Ancak Mevlana’yı Celalettin Rumi Hazretleri, seneler sonra bir gün Konya’daki medresesinde dersten çıkıp talebeleriyle sohbet etmekteyken daha önceleri Şam’da elini öperek kendisini hayrette bırakan kimse ile tekrar karşılaşır. İşte bu şahıs Tebrizli Şems’tir. Oda Mevlanayı Celalettin-i Rumi’nin talebeleriyle sohbetine dahil olur ve çok garip bir heyecanla şu acayip suali sorar.”Ey Mevlana Beyazid-i Bestami mi, yoksa Hazreti Muhammet Mustafa (S.A.V.) Efendimiz mi daha büyüktür?”

Mevlanayi Celalettin-i Rumi Hazretleri dehşete kapılarak Şöyle der “Bun nasıl sual? Hiç âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan yüce bir Peygamberle, bütün sermayesi ona tabilik olan bir veli mukayese edilir mi?” Diye hiddetle bağırır.

Fakat Tebrizli Şems hiç sükûnetini bozmadan sualini şu şekilde açıklar “Öyleyse neden Beyazit Bestami rabbimden, cehenneme konulmasını ve vücudunun orada başka hiçbir mücrime yer kalmayacak derecede büyütülmesini talep ettiği lakin küçük bir ilahi tecelli karşısında da şanım ne yücedir. Kendimi tespih ederim dediği halde Hazreti Peygamber (S.A.V.) Efendimiz sayısız tecellilere rağmen büyük bir mahviyet içerisinde bulunuyor ve nail olduğu nimetlerle yetinmeyerek, rabbimden hala istiyor boyuna istiyor der”

İşte bu izahat Hazreti Mevlana’yı sırf aklın aydınlattığı zahir ilmin hududuna getirip dayar. Bu noktada kalarak suale cevap vermek mümkün değildir. Burada Tebrizli Şems Han silahı ile onu bu noktadan ileriye iter.

Tabi der ki ilerisi uçsuz bucaksız bir ledün (âlemidir) böylece Şems muhatabını yani Mevlanayi Celalettin-i Rumi Hazretlerini de mevcut olduğu halde habersiz bulunduğu manevi bir iklimin ufkuna doğru, hem de şimşek süratiyle bir keşif seyahatine çıkarmış olur.

İşte bu ani gelişmenin şiddeti tesiriyle hazreti Mevlana daha evet ezberlemiş olduğu zahiri ilmin mütalaalarından birini seyrediyormuşçasına kolaylıkla şu cevabı verir.

Beyazıd-ı Bestami’nin “Şanım ne yücedir kendimi tespih ederim ben sultanların sultanıyım” sözü bir işfa (doymuşluk) halinin ifadesidir. Yani onun manevi susuzluğu küçük bir tecelliyle giderilmiş oldu, ruhu artık talepsiz bir hale geldi. Sekre sürüklendi oysa okyanusun hacmi sonsuzdu lakin onun istiabı (içine alan, içine sığan) bu kadardı.

Hazreti Peygamber (S.A.V.) Efendimiz ise (elem neşrah leke sadrak) (senin göğsünü genişletmedik mi? ) inşirah suresi ayet 1 sırrına mazhar olmuştur. Tecelliler kendisini her taraftan kuşattı. Kâinat kadar geniş olan sadrı (göğüs) bir türlü kanmıyordu susadıkça susuyor, içtikçe de susuzluğu artıyordu. Her an bir halden diğer bir hale yükseliyor ve her yükselişte de bir önceki haline tövbe ediyordu. Nitekim bir hadisi şerifinde de (Ben günde 70 defa, bir rivayette de 100 defa tevbe ederim) buyurmuşlardır ya.

Şurası da bir gerçektir ki Peygamber (S.A.V.) Efendimiz o yüce Mevlasına her an daha yakınlık istiyordu. Çünkü iştiyakı (şevklenme, göreceği gelme, özleme, hasret ) sonsuz kul ile rabb arasındaki mesafe ise sonsuz kere sonsuzdur. Bu sebeple de birçok kereler (Ya rabbi, seni gereği gibi ve layık olduğum veçhile tanıyamadım, sana hakkıyla kulluk yapamadım) diye iltica ve tazarruda (kendini alçaltarak canı gönülden hakka yalvarma) bulunuyordu.

Saygıdeğer okurlarım burada Tebrizli Şems’in vazifesi muhatabının yani Mevlana-yi Celalettin-i Rumi Hazretlerinin idrakını ve kalbi derinliğini aynı zamanda zahiri ilimle ulaşılamayacak olan işte bu mertebeye yükseltmekte ve bunun için aldığı cevapla ulvi bir gayeye ulaşmış insanların büyük coşkunluğunu hissederek bir neşe çığlığı atar ve kendinden geçer. İşte böylece bu bir maneviyat yıldızının arasında hayat boyu devam edecek olan Turanî bir şerare (kıvılcım) vücuda gelmiş olur evet bundan sonra Mevlana Hazretleri’nin ruhunda manevi okyanus daimi bir suretle dalgalanmaya başlar. Sanki o anda bir kibrit çakılmışçasına Mevlana Rumi Hazretleri’nin gönlünü böylece ateşlemiş olur.

Bu olaydan sonra daha önce tamamıyla zühti (bütün dünyevi ve nefsani zevke karşı koyarak kendini ibadete verme) bir ibadet içinde sakin bir müderris olan Mevlana Hazretleri birden bire içi içine sığmayarak çok samimi coşkun bir heyecan içinde yaşadığını görürüz. Zaten Tebrizli şemsin memuriyeti de bu mana okyanusunu tutuşturmaktadır.

Nitekim Hazreti Mevlanayı Rumi Hazretleri de aşk, vecd ve istivrak dolu hayatını 3 kelimeyle ve 3 merhale olarak şöyle söyler ya (Hamım, Piştim, Yandım) evet saygıdeğer okurlarım Mevlanayı Celalettin-i Rumi Hazretleri, Tebrizli Şems ile buluştuktan sonra ortaya asıl Mevlana çıktı. Çünkü o Şems Şile’de görüşmezden evvel bir âlimdi sonra ise âlim bir aşık ve bağrı yanık bir arif oldu.

Saygılarımla…