Liseyi bitirdikten sonra, daha önce hiç tecrübe etmediğim kadar özgür bir ortama gelmiştim. İtiraf edeyim, bu denli özgürlük başlangıçta bana birkaç beden büyük gelmişti. Yadırgamıştım. Akvaryumdan denize düşen bir balık gibiydim.
Üniversite için bizim Besni’deki mahalleden daha “devrimciydi” demiştim. Bu konuda, asıl Demirel dahil, sanırım kimsenin şüphesi yoktur ama, bizim mahalleyi çağrıştıran bir anekdotu anlatmadan geçemeyeceğim.
Bizim mahalledeki arkadaşlar, babamın tüm karşı çıkışlarına rağmen bizim evin duvarına kocaman harflerle “BAĞIMSIZ TÜRKİYE” yazmışlardı. ODTÜ’ye geldiğimde de bana ilk gösterilenlerden biri, stadyumun beton tribünlerine, ağaçlar fırsat verse kilometrelerce uzaklıktan görülebilecek, beyaz boyayla yazılmış “DEVRİM” yazısıydı. O yıllar ODTÜ semalarından eksik olmayan helikopterlerden çok net bir şekilde görülüyordur, sanırım. Helikopterdekiler yazıyı görünce ne hissediyor, ne düşünüyorlardır, onu bilmiyorum. Söylenildiğine göre, Kimya Bölümü öğrencilerince hazırlanan özel bir boya ile yazıldığı için, özellikle 12 Eylül’den sonra çok uğraşılmasına rağmen, kimse silmeyi başaramamıştı. Belki uzun yılların hava koşullarının etkisiyle biraz solmuştu, o kadar… Tüm görkemiyle tabak gibi ortadaydı yazı… Yurtta kalanlar her gün önünden geçmek zorundaydık. İki yıl önce, üniversite yönetiminden bazı hocaların ve de eski tüfeklerin katılımıyla, yazının üzerinden bir kez daha geçilerek görüntü iyice netleştirildi.
Demem o ki, geldiğim yeni ortam pek yabancı sayılmazdı. Ama özellikle ilk aylarda özgürlüğü kolay hazmedemedim, garipsedim; ya da ben öyle sanıyordum; belki de tuhaf biçimde öyle sanmaktan hoşlanıyordum...
Kayıt yaptırmaya geldiğimde, yurt müdürü çok memnun kalacağımı söyleyerek beni 410 numaralı odaya gönderdi. Aslında benim sonradan teslim ettiğim gibi haklıydı da... Haklıydı haklı olmasına ama odadaki herkes, tabii ki ben hariç, solcuydu. Ama sonradan anladım ki çoğunun aktif siyasetle pek ilişkileri yoktu; sadece sol bir dünya görüşüne inanıyorlardı; bazıları da ortamın da etkisiyle öyle görünmeye ya da öyle olmaya çalışıyorlardı.
Tanışma faslından birkaç gün sonra odaya her gün bir gazete ve haftada bir dergi almak istediklerini söyleyip, benim de katılmak isteyip istemediğimi sordular. Ben “tabii olur” demedim. “Hangi gazete ve dergi” diye sordum. “Cumhuriyet gazetesi ve Gırgır dergisi” dediler. İkisi de bilmediğim, okumadığım, okuduğumda da pek rahatsızlık duyduğum yayınlar değildi. Ama ben lafı gevelemeden, bunların solcu yayınlar olduğunu söyleyip alınmasına karşı çıktım. Beni kötü hissettirecek en ufak bir tepki göstermediler. Gazete ve dergiyi benim dışımdaki beş kişi almayı sürdürdü. Onlara uzun süre elimi sürmedim. Ne de olsa “solcu” yayınlardı ve üstelik ben alınmalarına katkı sağlamıyordum.
Sonra bazı arkadaşlar ufak ufak beni okumak için teşvik etmeye başladılar. Bunu sinsi bir kurnazlıkla, yavaş yavaş beynimi yıkayarak yaptıklarını düşünmenizi istemem. Çünkü öyle olmadı. Yukarıda da söylediğim gibi oda arkadaşlarımdan hiçbiri aktif siyasetin içinde değildi; hiçbiri bir parti ya da örgüte bağlı değildi. Okuduklarından hoşlandıkları, kendilerince yararlı buldukları yazıları, yayınları arkadaşça bana da öneriyorlardı. Tıpkı mahalledekiler gibi çoğunun çok iyi insanlar olduklarını da anlamıştım. Ben de artık “solcu” yayınların zararlı olduğunu söyleyen kimsenin bulunmadığı bir yerdeydim. Üstelik neyin ne olduğunu nispeten daha iyi değerlendirebilecek bir yaşta ve ortamdaydım. Okumaya başladım. Tüm şüpheciliğime, muhalifliğime karşın, başta yadırgasam, inatla karşı çıksam bile, ilk yılın sonuna doğru, okudukça ve yaşadıkça, yerleşmiş, oturmuş olduğunu sandığım inanışlarım sarsılmaya, dünyaya bakışım yavaş yavaş değişmeye başladı.