Suriyeli denilince; kamplarda yaşayanlar, parklarda yatıp kalkanlar, aylık kirası 200 liralık içi eşyasız evde oturanlar ve özellikle de cami etrafında dilenen, Arapça konuşan esmere yakın insanlar akla gelir. Ve çocuklarının ayakları çıplak, elbiseleri yırtık, belki günlerdir banyo yüzü görmemiş gariban insanlar…

Peki, kaykay, bisiklet veya şarjlı mini otomobili osığınmacı

lan çocuklar, kuaförün yolunu ezberlemiş genç kız ve anneler, aylık kirası 3000-5000 liralık lüks sitelerdeki daire veya yalılarda oturan, erkeği de çalışmadığı halde lüks Mercedes’lere binen aileleri n ve yine Arapça konuşan esmere daha az yakın insanların da bulunduğunu bilmiyordum.  Ama artık biliyorum. Çünkü İstanbul’da yüzlercesine rastladım. Belki yüz binlerce yoksul soydaşlarının arasında kilolarca altın veya yüz binlerce dolarla birlikte sınırı geçmişlerdir, kim bilir?

Suriyelilerin fakirleri kamplara, zenginleri de metropollerdeki villalara yerleşmiş. Belki de taşınabilir kıymetli varlıklarını bir şekilde değerlendirerek “nema”larını yiyip sefahat içerisinde yaşıyorlar. Yoksul soydaşlarının umurlarında olduğunu bile sanmıyorum. Bu zengin mültecilerin iç ve dış güvenlik, eğitim öğretim, çevre, alt yapı, temizlik ve yönetim gibi giderlerinin payını biz Türkler ödesin, kendileri de beleş ve rahat keyif çatma uğruna vatanlarını düşmanlarına veya terörist örgütlere terk ederek Türkiye’ye kaçsın! Hem de taşı sıksa suyunu çıkaracak kadar güçlü genç erkekleri dâhil!  

Türkiye’de yaşayan Suriyeli sığınmacı sayısının resmi kayıtlara göre 2 milyon olduğu ifade ediliyor ise de kayıt dışı gelen ve bir şekilde oturum izni almış en az 1 milyon kişinin daha olduğunu varsaydığımızda toplamı 3 milyon eder. Ülkelerindeki savaştan, vahşetten kaçarak ülkemize sığınan bu insanlara genel bütçeden yapılan giderlerin 6 milyar dolar(gönüllü STK ve vatandaş yardımları hariç), dış ülkelerden gelen yardımın ise 375 milyon dolar(cık) olduğunu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan önceki gün açıkladı. Oranlarsak 3 milyon kişiden 2 milyon 800 bin mülteciyi bizler, sen-ben besliyoruz, demektir. İki yüz binini ise diğer ülkeler…  

Suriye’den gelenlerin sayısı 80-100 bine yaklaştığında dış ülkelerden gelen yardım önerilerini ihtiyacımız yok diyerek ret ettik. Yükün bu kadar ağırlaşacağını doğrusu hesap etmedik. Çünkü güya Beşer Esad’ın bir haftalık başkanlık ömrü kalmıştı! Şimdi de altından kalkamıyoruz!

Bağ kur borcunu üç-dört ay yatıramayan esnafa hastanelerin kapısı kapanıyor, ama Suriyeli olunca aynı kapı ardına kadar şartsız açılıyor.

Halkının % 15’i işsiz, % bilmem kaçı çöpten ekmek toplayan bir ülkede bu uygulamanın anayasaya, vicdana, eşitliğe, adalete uygun tarafı var mı?

Sayıları 100-150 bini bulabilecek zengin Suriyelilerin Türkiye’deki mal varlıkları ve yüksek yaşam standartları araştırılıp, harcamaları esas alınarak hukuka uygun bir adil vergilendirme (tarihteki Varlık Vergisi dahi düşünülerek) yapılamaz mı? Bu şekilde en azından kendi yoksullarının giderlerini büyük oranda yine kendi zenginlerinin karşılamasının önü açılamaz mı?

Önceleri yazmıştım, şimdi de yazıyorum: Kadın, çocuk, yaşlı, hasta ve engelli gibi dezavantajlı gruplarını ömür boyu besleyelim. Anamızın ak sütü gibi helal olsun. Ama eli silah tutabilecek izbandut gibi erkeklerini belli koşullarla ülkelerine geri gönderelim lütfen…

Geçen günlerde gelir vergisi dilimleri yükseltildi. Kamu görevlisine sağ elle verilen aylık zammı, vergi olarak sol elle geri alındı. Neden? Çünkü ekonomimiz SOS sinyali veriyor.

Suriyelilerin durumu bir an önce masaya yatırılıp sadece üst akılların değil kolektif aklın da ağırlıkta olacağı duygusallıktan çok realist yeni çözümler bulunmazsa, kaşıkla topladığımızı çömçe ile dağıtmaya devam ederek ucu açık bir mali uçuruma doğru gittiğimizden kuşkunuz olmasın.

Maazallah!