Alemlere rahmet olarak gönderilen, merhametin yeryüzündeki en muhteşem timsali; kendisiyle 21 yıl düşmanlık yapanları, canına malına kast edip O’nu yerinden yurdundan edenleri, öz amcasının katilini dahi affedebilen ve “yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin!” diyen bir kâmilin ahlakının varisleri olarak “merhamet nedir?” diye sorsam sanırım hepimizin ayrı ayrı tasavvur ve tarifleri olur bu konuda.

Benim naçizane merhamet tanımım“Allâhʼın bize ihsân ettiği nîmetlerden mahrum bulunanlara dil, din,ırk,renk, mezhep, fikriyat gözetmeksizin ikram ederek onların eksiğini, noksanını telâfî etmemiz” şeklinde.

Çünkü iman iddiasında olan bir bireyin bu iddiasının ilk meyvesi tüm yaratılmışa karşı şefkat ve merhamettir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’i açtığımızda Yaradan’ın karşımıza çıkan ilk sıfâtı “Rahmân” ve “Rahîm”dir. Sonrasında ise üçyüzden fazla âyette merhamet telkîninde bulunulmaktadır. Rabbimiz ise kendisini “merhametlilerin en merhametlisi” olarak müjdeler ve biz kullarına kendisinin bu ahlâkıyla ahlâklanmamızı emir buyurur. Dolayısıyla Hakk’a muhabbetle dolu bir mü’min; yüreğini ötekileştirmeden tüm yaratılmışa karşı şefkat ve merhametle kuşatması îcâb eder.

Bu girizgâhtan sonra ikraren diyebiliriz ki; Allah'tan rahmet talep eden kul; önce kendisinde belirecek merhameti aramalıdır. Çünkü merhamet vicdanın kalbe okuduğu ezandır ve bu ezanı duymayana rahmet de yoktur merhamet de.

İnandığı kitabın neredeyse her bir kelimesinde; elinin yettiği, bakışlarının ulaştığı, vicdanının şahitlik yaptığı her yerde bu merhametin izlerini taşıyamayanın seçebilen bir kalbi, temiz bir akla sahip olduğu söylenebilir mi?

İşte bu yüzden vicdanınızda yankı bulan sesle birlikte varsa bir hacetiniz, sıkıntınız, tasanız ve kederiniz ki "Bana ihtiyacınız kadar itaat ediniz" İlahi ikazına karşılık,  "Ayakkabınızın bağını dahi Allah'tan isteyiniz" nebevi müjdesince, her gördüğünü hayra ve güzelliğe yoran O'nun rahmet ikliminde yetişmeye çalışan ahlâkının varisleri olarak ilkin muhtaç birini sevindirin, düşmüş birini kaldırın, bir yoksula sofranızda yer verin, bir yetimin yüzünde gülümseme olun ki azıcık bir bedelle türlü nimetler sunan rahmetin kaynağı hoşnut olup size merhamet etsin diyoruz.

Peki…

İman iddiasında olan ve yaşadığımız mümbit coğrafyanın yaklaşık % 96 sını oluşturan bizlerin bugün “merhamet, şefkat ve rahmetten uzak” halimizi nasıl değerlendireceğiz? Ya da kalbinde iman taşıdığını iddia eden insan merhametsiz, adaletsiz, şefkatsiz olabilir mi diyerek ekleyelim; sevgiye, empatiye, adalete, merhamete, şefkate, nezakete dönüşmeyen bir iman "iman" olabilir mi?

Demek ki inanç anlayışımızda bir sıkıntı var ki olduğunu sandığımız, var olduğunu iddia ettiğimiz imanımız amelimize yansımıyor. Öyle olmasa rahmet timsali bir elçinin ahlakının varisleri “merhametten nasipsiz” olabilir mi?

Tüm bu soruların cevabını önceki yazılarımda arz ettiğimi anımsıyorum;

Yüksek bir bina inşa edeceğiniz zaman temeli çok derin kazarsınız. Bina ne kadar yüksek olacaksa zemin de o kadar derin olmalıdır. Zira zemin derinleştikçe binayı yükseltme imkânımız da artacaktır. Eğer zemin kazanmaya çok zaman ayırmazsanız çok yükseklere çıkamazsınız ve elde edeceğiniz binanın yüksekliği de zeminin derinliğiyle orantılı olur.

Teolojik olarak bu konuyu ele aldığımızda aynı şey imanımız için de geçerli. İnanç sahibi olduğumuz hususların çok derinlere nüfuz etmesi gerekiyor. Neye, niçin ve nasıl inandığımızı kulaktan dolma bilgilerle değil, merakın ilmin hocası olduğu gerçeğinden yola çıkarak inandığımız şeyin kesinliği konusunda kalben de emin olmamız gerekiyor. Ancak bu şekilde amellerimiz inancımızı yansıtabilir.

Yanisi zeminimiz derin değil. Zemin derin olmayınca da İslâm gibi hayatın her alanına yayılması gereken dini merkeze alamıyor, belirli zaman dilimlerine hapsediyor ve bu sığ zemine iman gibi muhteşem ve çok katlı bir bina inşa edemiyoruz. 

Özellikle Hz. Osman (r.a) döneminden beri gündemdeki canlılığını hep koruyan “Mürcie itikadı” dediğimiz fikriyet hakim toplumumuzun genelinde.

“Ben iman edersem yani; “La İlahe İllallah” dersem kurtulur ve cennete girerim. Hatta öldürsem, çalsam, yalan söylesem, zina etsem, hepsini Allah affeder, yeter ki ona inanalım!”

Evet, dediğim gibi malesef genel inanç bu!

Ama bakın Mülk Suresinin ikinci ayetinde “Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi sınamak için ölümü de, hayatı da yaratan O’dur” diyen Rabbimiz, “ahsenu iman” demiyor; “ahsenu amel” diyor. Güzel iman değil, güzel amel. Çünkü imanı “güzel amel” güzelleştirecek ve bu imanın davranışlara yansıması ile etrafına sevgi, şefkat, merhamet saçan bir ahlâk anlayışı ortaya çıkacak.

Yani “La ilahe illallah” demekle bu iş bitmiyor demek ki!

Ayrıca devamı var Ankebut Süresi’nin hemen girişinde.

Ne diyor Allah?

“İnsanlar, inandık demeleriyle kendi hallerine bırakılacaklarını ve hiçbir imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar!”

Siz sadece “İnandım ki Allah birdir ve Hz Peygamber(sav) O’nun elçisidir” demekle; davranışlarınızdan test edilmeden, bırakılacağınızı, cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?

Hayır!

Demek ki sınanmadan cennet yok!

Peki bizim ahvalimiz ne?

Kelime-i şehadet getirdim! Namaz kılıyorum! Oruç tutuyorum! Malımın kırkta birini (ki Bakara 219 infak için “ihtiyaçtan fazla herşeyi” diyor) zekat veriyorum! E hacca da gittim, geldim. Ben kurtuldum!

Hayır efendim.

Kelime-i Şehadet dil ile ikrar ve kalp ile tasdik olunca iman dairesine giriyor; hep dediğim gibi bu daireye girmekle de Kur’an’i hükümler, Muhammedi hakikatlerin altına ıslak imzayla “ben bunları kabul ettim” diyoruz. Kıldığımız namaz, tuttuğumuz oruç, gittiğimiz hacc ise bizimle Rabbimiz arasında.

Yani?

Yaptığımız “ibadet” hükmündeki bu ritüellerin insanlara yansıması gerekiyor. Öyleyse namaza, oruca, gusle, hacca gösterdiğimiz hassasiyeti sevgiye, şefkate, rahmete, merhamete ve en çok da adalete gösteremiyorsak din ayarlarımızı gözden geçirmek zorundayız.

Zira hayat tarla ise kıldığımız namaz, tuttuğumuz oruç, yaptığımız gusül, gittiğimiz hacc, verdiğimiz zekat o tarladan sevgi, şefkat, rahmet, merhamet ve adaleti hasad etmen için bize verilmiş birer tohumdur.

Peki, ektiğimiz tohum yeşermiyorsa eğer; neyi hasad edecek, Huzur-u İlahi’ye hangi mahsulle çıkacağız?

Demek ki insanı davranışları kurtaracaktır

Bastığımız toprak, kokladığımız çiçek, su içtiğimiz kap, giydiğimiz ayakkabı, kapımızdan geçen bir kedi, aldığımız nefes dahi bizden incinmeyecek.

Neden ortalıkta bunca güzel söz söyleyen varken bir o kadar da yanlış işimiz var anlaşılıyor mu biraz?

Çünkü söylemlerimiz eylemlerimizi yalanlıyor ve söz sadece dudaklarımızda kalıyor, gırtlağımızdan aşağı inmiyor.

Çünkü müslüman "İslâm dairesine" girebilme müjdesini doğuştan gelen bir hak değil; gerçekleştirilmesi gereken bir ödev olarak görmeli ve bu yükümlülüklere uygun istikamette bir yaşam sürmeli. Bu da dil, din, ırk, renk, mezhep ayırmadan tüm yaratılmışı sevgiyle, şefkatle, merhametle, kucaklamakla mümkün olur.

O yüzden ısrarla haykırıyoruz ya Müslümanlık insanlığın "annelik" makamıdır diye.

Yanisi kalem erbabının deyimiyle “Müslüman, faturasını kendisi ödemeyecek olsa bile suyu ihtiyacından fazla kullanamayan insandır” demeli; “parasını peşin ödemiş olsa bile bir otel odasında fazladan yanan lambanın kalbini huzursuz ettiği kimsedir” diye eklemeliyiz.

“Giydiği elbisenin üzerinde, o elbiseyi dikebilmek için bir konfeksiyon atölyesinde gecesini gündüzüne katarak çalışan işçinin alın teri hakkı olduğunu bilen ve bu şuurla elbisesini kaldırıp bir kenara öylesine fırlatamayan insandır” diye bahsetmeliyiz iman ehlinden.

“Yarım bıraktığı çay bardağının hüzünlü bakışında Rize tepelerindeki annelerin yorgunluğunu, çöpe attığı bir ekmeğin kaş çatışında kırış kırış alnı, çatlamış elleriyle bir Anadolu çiftçisinin sitemini, ihtiyacı olmayan şeye verdiği her kuruşun üstünde Afrikalı bir bebeğin açlıktan kıvranış sancılarını ve o annelerin semaya yükselen perdesiz yakarışlarını seyredebilen adamdır” diye tarif etmeliyiz Müslümanı...

İşte o an merhametin acımak değil acıtmamak olduğunu anlayacak; bu dünyaya başka bir şey için değil, bizi göndereni razı etmeye geldiğimizin farkına varacak; iyi, güzel ve doğru olanı sadece dillendirmeyip aynı zamanda yaşamaya başlayacak; başkasının kusur, hata ve yanlışlarıyla vakit kaybetmek yerine içimize hicret edip “Orası benim mekânımdır” diyen padişahlar padişahının hatırına kalbimizi kin, nefret, öfke ve buğzdan temizleyip yerine sevgi, şefkat, merhamet ve adalet tohumlarını ekmiş olacak ve “razı olunmuş” bir ömür ile emaneti asıl sahibine teslim edeceğiz.

Öyleyse ey yüreğim;

Yarın merhametin Rabbine boyun bükecek halin olmasını istiyorsan, acziyet ve zavallılığının farkındaysan; bugün senin yüzünden boynu bükülmesin çiçeklerin bile. Tevekkeli değildir kulluğun şefkat ile yan yana yazılışı, kişinin kul oluşu kendine şefkatidir, başkasına şefkati Rabbine kul oluşu.

Hal böyleyken ne olur kimseyi incitme, hatta Âlemlere rahmet olanın muştusuyla kalbin nurlansın diye seni incitenlere dua et; ya da gayret edip çık iki tık yukarı, sen kalbine yet kimselerden incinme.

Müebbet Muhabbetle…